30 Ocak 2012 Pazartesi

Bir Fazıl Bir Şair ve Zile


Salı ve cuma günleri yapılan pazar duasıyla hayatını donduran şehirdir Zile. Birkaç saniye de olsa şehrin insanları ne yapıyorlarsa bırakırlar, hatta maç yapıyor ve maçta tam gole gidiyorlarsa kendilerini hiç bozmadan ellerini açarlar ve semaya yükselmiş elleriyle pozisyonu gole çevirmeyi de bilirler.

Yağmurlu ve serin bir yaz sabahı Turhal tarafından giriyordum Zile'ye. Şu an tam da üzerinde bulunduğum yolu ta üniversite yıllarımda bir karikatür kitabında görmüştüm. Az sonra yanından geçeceğim Zile tabelasının önünde dolmuştan inmiş, "Zile! Sezar'ın veni vidi vici dediği yer, toprağını öpmeye geldim." diyerek yere doğru uzanmış bir adam ve tüm görmüş geçirmişliğiyle adama bakarak kaptana "Diyevam iyet!" diye seslenen muavin vardı o karikatürde. İşte Zile'yi o sıra merak etmiş, araştırmıştım, görmek bugüneymiş. Tabelayı geçtim, şehre girer gibi oldum. Ben hala elli iki bin yazan tabelaya kafayı takmış, elli iki bin nüfusa göre fazla ölü göründüğünü düşünüyordum Zile'nin. Kaba inşaatı bitmiş ürkütücü huzurevini geçtikten sonra ışıklara geldim. Beklerken şehrin devamı konusunda tahmin yürütmeye çalışıyordum. Yoksa bu kadar erken gelmemeli miydim? Bilmiyordum. Prensip edinmiştim, gezeceğim şehirlere sabahın erken saatlerinde gider, şehir hakkında ilk intibamı oluşturur ve şehrin uyanışını izlerdim. Gökteki alacalık, yerdeki kızıllık, ağır ağır kısalan gölgeler, kuşlar, çöpçüler ve elleri, nihayet insanlar... Doğrusu Zile hiç uyanmayacak gibi uyuyordu. Önümde sağı solu ağaçlı bir ana cadde ilerliyor, solumdan yeni bir yol şehre hiç uğramıyor gibi uzuyordu. Dikkatimi çeken ilk şey tam ileride duran, gazete kağıdına sarılmış bir demet marulu andıran Zile Kalesi'ydi. Kale, heybetli surları heybetli ağaçlarının etrafını kuşatmış şekilde bana poz veriyordu. O noktadan dikkat çeken başka şeyse sol çaprazımda gördüğüm Sfenks'e benzeyen tepeydi. Zirvesinde -kel bir ihtiyar başı gibi- üç beş ağaç vardı. Şüphesiz tepe, Zile'ye güzel bir manzaradan bakıyordu. Ben, Zile Kale'sini izlemeye koyuldum. Hazır olduğumu hissettiğim an, şehrin uyanmasını beklemeden, gaza bastım. Artık tanışmıştık Zile'yle. Şimdi birbirimizi daha iyi tanıma vaktiydi. İkimizden birinin, ayrılırken, beni hiç tanımayamamışsın tavırlarına girmesini istemiyordum. Medenice ayrılmalıydık. Ağır ağır ilerliyordum. Sağımdan solumdan mezarlıklar, okullar, benzin istasyonları, eski ve yeni evler, kanal, çeşmeler, bakkallar, ekmek fırınları, kuyumcular, camiler, traktörler ve Renault Toroslar akıyordu. Şehrin ortalarına doğru geldiğimde bir otel gördüm ama durmadım, şehrin uyanışını şehrin içinden izlemek istiyordum. Otelin yakınlarında hamam vardı, sevindim. İlerlemeye devam ediyordum, kuş cıvıltılı devasa çınarları geçtim. Her ne kadar sağa sola bakındıysam da çay içebileceğim açık bir yer göremedim. Derken bir kavşağa geldim. Emindim ki şehir merkezi burasıydı. Dört yanımdan ıslak caddeler uzanıyor, şehir için önemli olduğu belli olan üç beş bina bana karşı somurtuyordu. Bir an ne tarafa gideceğimi bilemedim. Daha samimi geldiğinden midir, sağa döndüm, hem orada da kocaman çınarlar vardı.

Bunca yer gezdim ve gördüm ki, bir şehirde çınar ağacı varsa, o çınarın altında yanan bir de ocak vardır. Yanılmamıştım, ileride, o Selçuklu camisinin şadırvanının çevresine kurulmuş çay bahçesi görünüyordu. Oraya doğru ilerledim. Bu camiyi tanıyordum, Ulu Cami'ydi, diğer bir ismiyle Nasuh Paşa Camii. Zile'ye gitmeden önce etkilenmemek için Zile resimlerine bakmamış olsam da buranın gezilecek neresi varsa biliyor, tanıyordum, burayı tanıdığıma da sevinmiştim. Camiye yaklaştığımda çay bahçesinde oturan bir adam gördüm. Arabayı park ettim, yanına gittim. Uzun boylu, iri yarı, elli yaşlarında bir adamdı. Gözlerinde uyku mahmurluğu yoktu, çoktan uyanmış gibiydi. Yüzü yaşını ele veriyor, gözleri delikanlılığını koruyordu. Bir bilgeye selam verir gibi selam verdim adama. Bana içeriden sandalye getirdi. Oturduk, sohbet ettik; çay demledi, içtik. İsmi İsrafil'miş, hatta Dambik İsrafil'miş. Uzun sakalı, şalvarı, takkesi, cübbesi ve heybetiyle bir an kendimi mezarlıkta Aynalı Baba'yı bulmuş Raci gibi hissettim. Dambik İsrafil Abi çok şey anlattı. Eliyle vurarak kafatasını çatlattığı adamla çıktığı mahkemede yaşadıklarını, kuyruğundan koliye bantlanmış kediyi belediyeye postalayarak belediyeyi nasıl karıştırdığını, kalede çaycılık yaptığı zamanları, kaleye gelen tavukların boyunlarına asıp tavukların sahibine gönderdiği tehdit mektuplarını içtenlikle anlatıyor bense elimi yüzüme götürerek gülüyordum. Zira, boyunlarında "Bizi bi daha kaleye göndermeyin yoksa Dambik amcam bizi kesecek." yazan tavukları düşündükçe gülmemek elde değildi. Karşımdaki nüktedan adam ansızın yerini bir dervişe, bilgeye bırakıyor; resmen güldürürken öğretiyor hatta bazen gıdıklarken tokatlıyordu. Bu esnada şehir de yavaş yavaş hareketlenmeye başlıyordu. Tüm bu yaşadıklarımı, geç uyanan annenin sabahtan beri aç olan çocuğuna kahvaltı hazırlamasına benzetiyordum. Zile bana daha yeni hoş geldin diyordu. Esnaflar arabamdaki yabancı plakanın farkına yeni yeni varıyorlardı. İlk intiba güzeldi, elektrik aldım, bir çay daha içtim.

Geldim, gördüm, gezdim. Sonuç olarak, Zile, hayatı bağa bahçeye indirgeyen bir şehir. Bir adam gelmiş Zile'ye, "At arabalarından bıktım!" demiş, Evliya Çelebi gelmiş, "...bu eski tarihî şehir, alimler konağı, fazıllar yurdu ve şairler yatağıdır." demiş, Sezar gelmiş, "Veni, vidi, vici." demiş. Ve ben de İsrafil Abi'nin mahkemesinde hakimin zabıt katibine dediği gibi diyorum ki: Yaz kızım, bu el bu kafayı kırar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah razı olsun.