31 Ocak 2012 Salı

Yeşil Zeytin Günlükleri

Eğildi. Yere düşen çay kaşığını aldı, kaşığı masaya bıraktı. Gökyüzüne baktı. Uzun uzun güneşi seyretti. Bulutlar hiçbir şeye benzemiyordu. Yukarıda o bilindik maviye hazırlık vardı. Kuşlar yalnız uçuyordu. Kırmızı, sarı ve turuncu bavulunu topluyordu. Çay kaşığını eline aldı. Kaşığın tersinden kendisine baktı. Sakalları uzamıştı, saçları kısaydı. Gözlerinde görmeye alışık olduğu kızıl uykusuzluğu göremiyordu. Göz akı beyazdı, beyazın ortasında tutarsız kahverengi vardı. Kaşığı elinden bırakmadı. Masada elini gezdirdi. Bir şey arıyordu. Beyaz bir kağıt buldu, onu eline aldı. Kaşığı bıraktı kalemi aldı. Kalemi bıraktı kağıdı iki eliyle tuttu. Kağıdın alt ve üst köşelerini titizlikle birleştirerek ortasına bastırdı. Aynı işlemi tekrar yaptı. Eline bir makas aldı ve elindeki katlanmış kağıdın sağ üst köşesinden, açıldığında kare olan bir üçgen kesti. Kağıdın ortasına bir kapı açtığına göre artık bir şeyler karalayabilirdi. Bunu bir takıntı haline getirmişti. Kağıdı bir hapishane, ortasına açtığı deliği ise tünel olarak görüyordu. Bu havalandırma penceresini açmazsa bunalıyor, kağıdın karşısında boğuluyordu. Aldırmadı. Gökyüzüne baktı. Dönüp duran hayalleri, gerçekleri görmesini engelliyordu. Yıldızları seyretmek istediğinde onları çizgilerle birleştiriyor, bir cezvenin çok ötesinde şekiller çiziyor, hatta bazen gözü yıldızları bile görmüyordu. Renkleri görmesine ise engel olmuyordu hayalleri, zira istemsizce filizlenen hiçbir hayalin siyah beyaz olduğunu hatırlamıyordu. Kağıda baktı. Ortadaki boşluktan alttaki defterin kahverengi deri cildi görünüyordu. Rahat yazabilmek için kağıdın altına sert kapaklı bir masal kitabı koydu. Ufka baktı. Deniz hüzünlü bir kadın gibi durgundu. "İşte." dedi, "Bana ne kadar da benziyor. Ne güneş var denizde ne ay, ne bir parıltı var ne de yakamoz."

Masadaki, kağıtlar uçmasın diye topladığı güzel deniz taşlarını düzeltti, "İnsan, taş toprak bile olsa güzelliğin peşinde." dedi. Onu biri böyle görse kendisiyle konuşuyor sanırdı çünkü kendisiyle konuşuyordu. O bunu hiç kabul etmedi. Bu yüzden günlerdir buradaydı. İçindeki bölünmüş devletleri tek bayrak altında toplamak, daha doğrusu içindeki üç beş beni uzlaştırmak, aralarındaki buz dağını eritmek istiyordu ama; buz dağının görünmeyen  kısmını hiç görmemişti, göremeyecekti. Kağıdın ortasından kestiği parçayı buruşturdu, kenara koydu. Kağıdın üstüne eğildi, yazmaya başladı:

Aptalın Seyir Defteri - 1 Mayıs 2008

Bugün burada yirmi yedinci günüm. Kalan gün bilinmiyor. Kaçan gün çok. Hava ölmeye elverişli. Deniz hakim. Yollar her zamankinden daha sıcak. Böcekler suskun. Otlar sarhoş. Evin durumu stabil. Kalbim under attack!

Burada bazen delirmek, bazen kör olmak bazen de ölmek istiyor insan. Hayatımın uç noktasında rüzgarla cebelleşiyor gibiyim. Yalnızım, güvendeyim böylece. Yine de baktım, dal yok. Kaçtım. Bana inorganik olan her şeyden kaçtım. Burada kendimleyim. Hormonlu olan her şeyden kaçtım. Bakın, denize karşı oturmuş, ağlayıp hormonsuz domates yetiştiriyorum. Aklıma yerin dibine geçişlerim geliyor, gülüp geçiyorum. Arkamda koskoca deniz var benim diyorum. Dalıp gidiyorum. Ben buraya neden gelmiştim, hatırlıyorum ama; çözemiyorum. Ben hiç güneşe tapmadım. Yirmi yedi gündür doğuşunu izleyemiyorum güneşin, olsun o batarken oturup dua ediyorum. Ben buraya niye gelmiştim? Korumak ve direnmek için. Ben insanları çok sevdim, onlar bunu sevmediler. Onları sevememekten korkup buraya kaçtım. Bir de Türkçe dersinde çok üzülmüş, burayı düşünmüştüm. Günler oldu. Galiba hepsini özledim. Döner miyim? Aklım varsa dönmem. Kuşlar bu saatlerde evlerinde oluyorlar. Bense dönmek için gün sayıyorum. Burada iyi dostlar edindim. Hiçbirisi bana acıyı söylemiyor. Hele bir de sabah görün siz burayı, deniz çarşaf gibi oluyor. Ben acı nedir biliyorum. Acımı duyuyorum. Yollar uyuyor. Şehir uzak. Masamda çarpık kentleşiyorum. Bitirmeliyim. Yine soru işaretinin noktasına varamadım. Sevgiler.
***
Eğildi. Yere düşen çay kaşığını aldı. Üşümeye başlamıştı. Hapşırdı. "Hep beraber!" dedi zeytinlere. Eve götüreceklerini sandalyeye koydu. Masanın üzerine birkaç gazete örttü. Gazetelerin üzerine de güzel deniz taşlarını dizdi. Bir an durdu. Taşlardan birine yaklaşarak taşın kulağına fısıldadı, "Senin adın Hızır olsun, Hızır."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah razı olsun.